Seçimler ve bir Kürd Hikayesi
Kamuran Melikendi
Kürdler yaklaşık olarak yüzyıldan beri Türk seçimlerinde figüran olarak kendilerine biçilen rollerini gerektiği gibi yerine getiriyor.
Birinci Meclis döneminde Türk ırkçılarının Kürd temsilcilerine ihtiyaç vardı. O dönemler onlar hem içerde ve hem de dışarda çok zayıftılar. İçerde Kürdlerin desteğini kazanmak ve dışarda ise dünyaya karşı Türkiye’nin “Kürdlerle Türklerin ortak bir vatanı olduğu” propagandasını yapıyorlardı.
Uluslararası toplantılara Türkler gittikleri zaman da “Türkler ve Kürdleri temsil ettikleri” yalanına sarılıyorlardı..
Türk Meclisinde Musul Meselesi görüşüldüğü zaman başta Yusuf Ziya Bey olmak üzere Kürd parlamenteri “Musulsuz barışa” karşı çıkıyorlardı. Fakat, Türk ırkçıları içte kısmen de olsa ilişkilerini sağlamlaştırmış, Musul’u satarak uluslararası arenada ilişkilerini de bir zemine oturtmuşlardı.
Artık engel duruma gelen Kürdler ve Musul için Hawar!!!! Hawar !!! diye bağıran Yusuf Ziya Beylere ihtiyaç yoktu.
Keşke Birinci Meclis Kürd Parlamenterleri Mustafa Paşa Yamulki’yi dinleseydiler!!! Mustafa Paşa Yamulki İstanbul’dan Güney Kürdistan’a geçtikten sonra Doğu Kürdistan’a geçiyor ve Simko’yu Türklere karşı savaşmaya ikna etmeye çalışıyor. Mustafa Paşa Yamulki Simko’ya “Yunanlılar karşı taraftan geliyorlar ve eğer bizde bu taraftan vurursak Ankara’ya kadar gideriz" diyor. Fakat, Simko ikna olmuyor. Mustafa Paşa Yamulki ve Alîşêr aynı pozisyondalar ve ilişkileri de var.
Aslında Cıbranlı Xalid Beg’de Bağımsız Kürdistan devletini kurma meselesinde Rus konsolosluğuna “ Türk ve Yunan savaşı sırasındaki tarihsel anı kaçırdıklarını” itiraf ediyor. Tarihsel momenti kaçırdıklarından dolayı işlerinin daha zor olduğunu ve Sovyetler Birliğinin yardımına ihtiyaç duyduklarını ifade ediyor. Ayrıca Xalid Begê Cibrî Kürdistan temsilcisi olarak Lozan Konferansına katılmak istediğini ve bu konuda Sovyetler Birliğinin kendisine yardımcı olmasını söylüyor. Fakat Sovyetler yardımcı olmuyor.
Keşke Birinci Türk Meclisi’ndeki Kürd milletvekilleri yıllarını İttihat ve Terakki artıkları olan “Kemalistlerle” kayıp etmeseydiler, Kürdistan’da “Kurucu Kürdistan Meclisi” çağrısını yapıp hayata geçirseydiler. Belki ondan sonra milyona varan Kürd kıyımı olmazdı..
Zaten Kemalistler iktidarlarını sağlamlaştırdıktan ele geçirdikleri tüm Kürd yurtseverleri fiziki olarak yok ettiler.
CHP, tüm iktidarı boyunca Kürd halkına karşı her türlü jenosidleri gerçekleştirdi.
1950’de aslında esasında CHP’den farkı olmayan ve Kürd düşmanı aynı hamurdan yoğrulan Demokratik Parti seçimlere katıldığı zaman Kürdler yoğun bir şekilde DP’ye oy verdiler. Kürdistan’da Demokratik Parti 45 milletvekilinin yanında CHP 8 milletvekili çıkardı. Örneğin Dersim’in 2 milletvekili vardı, ikisi de DP’ye gitti. Diyarbakır’ın 8 milletvekilli hakkı vardı ve hepsi DP’ye gitti..
Bu arada Türkler bu seçim oyunlarını “çok partili sistem, demokrasi ve parlamenter sistem” olarak dünyaya sattılar, Kürdler yine eli boş döndü.
1961 darbesi ve Kürd ileri gelenlerinin başına getirilenler biliniyor. Daha sonra başımıza bir de “Kara Oğlan” hikayesi geldi.. Kürdler yine çeşitli Türk partilerinin aksesuarları olmaya devam ettiler.
ANAP ve AKP’de var olan Kürd düşmanı sistemden hiç bir değişiklik yapmadan Kürdlere yönelik sarf ettikleri tatlı sözler de Kürdlerin saflarında yankılara neden oldu.
1987 seçimlerinde bazı Kürdlerin SHP listesinde seçimlere girmeleri, Paris Konferansından sonra yaşanan ihraçlar ve daha sonra yapılan seçimler sonrası Parlamento’da yaşanan Kürdçe yemin ve tutuklanmalar bir dizi Kürd çevrelerinde umutlara neden oldu. SHP bu ilişkide bir plan çerçevesinde hareket ediyordu, fakat Kürdlerin saflarında da aykırı sesler vardı.
Kürdler kendi bağımsız oluşumlarına gitmeye karar verdiler. Fakat, süreç içinde yasaklardan dolayı farklı isimler altında da olsa farklı kesimlerden kitlelerin sempatisini kazanan Kürd oluşumları taban tutmaya başladı.
Milyonlarca Kürdün yerinden ve yurdundan olması, on binler şehid ve faili belli cinayetlerle birlikte tabandan Kürdler Türklerle ayrışmaya sürecine girmeye başladılar. Bu ayrışma ve Türk devletinden ruhen kopma süreci Türk devletinin Kürdistan’daki sömürgeci statüsünü tehlikeye sokmaya başladı.
PKK’nin Kürdistan temel ulusal talepleri olan bağımsız Kürdistan’ı ve Kürdlerin Türklerden bağımsız olarak ulusal bir yapıya kavuşmasını reddetmesi ile birlikte, Kürdlerin yeniden Türk devletine entegre süreci başladı. Kürdlerin Türk devletinden ulusal temelde ve ruhen kopma süreci yerini yeniden Türkiyeleşme ve entegre sürecine bıraktı.
Büyük bedeller ödeyen Kürd halkının bilgisi dışında yürütülen “barış süreci” Kürdlerin ulusal talep ve istemlerine karşı pervasızca saldırı sürecine dönüştü. Tam da bu süreçte “bağımsız Kürdistan’ı çöpe atmalar”, “Türk bayrağı, Türk ordusu ve Türkiye sınırlarıyla sorunları olmadığı ” üzerine yemin etmeleri konu eden açıklamalar gelmeye başladı.
Kürdlerin legal çıkışı Türkiyeli prokust çarkına yatırılarak, entegre sürecine katılanların dışındaki kesimler ya geri plana itildi yada tasfiye edildiler. Atomize olmuş bazı Türk solunun eski artıkları ve Kemalistleri ön plana çıkartılarak “Kürd milliyetçiliğine karşı mücadeleyi” HDP’nın kuruluş nedeni haline getirdiler. Kürdlerin büyük bedeller ödeyerek bir dizi handikaba rağmen gövdesini oluşturduğu yapı Türkiyeleştirme sürecine sokuldu. Kürd gemisi Türk limanına sürülürken “Demokratik Cumhuriyet”, “Demokratik Özerklik”, ve daha yüzlerce “demokratik” ile başlayan içi boş kavramlara rağmen Kürd kitlelerine hiç bir şey sorulmadı ve hepsi yukarıdan empoze edildi. Bu kadar içi boş demokrasi enflasyonun kol gezdiği Kürdistan’da parlamentoya seçilecek adaylar dahi dışardan empoze edildi.
Kürdistan’ın bağımsızlığı ve özgürlüğü için on binlerce şehid veren Kürdlerin büyük bir kesimi , gördüklerine ve duyduklarına inanmıyorlar ve savunma mekanizmalarını geliştirmeye başladılar. Bu Türkleşme sürecinin bir “taktik” olabileceğini düşünerek dışarıya yönelik “Kürd Ulusal Devletine” karşı, “demokratik cumhuriyet” ve “Türkiyeleşme” yönünde tavır takınırken, Kürdler kendi içlerinde ise “Kürd Ulusal Taleplerine” sahip çıkan bir tutum içine girdiler.
Yani anlayacağınız tam bir dilema.
Aslında bu tip dilemmaların tarihçesi Türk ve Osmanlı tarihinde yeni değildir.
Bilindiği gibi Türk İslamcı, Kemalist ve solcu kesimleri Türkiye var olan Yahudilere karşı düşmanlıklarını kusmak için sürekli olarak Sabbatai Levi/Zewi yada Sevi meselesini gündeme getirilerek tartışıyorlar..
1660’lı yıllarında İzmirli Sabbatai Levi kendisini Mesih ilan ederek Yahudilerin kendi kutsal topraklarına dönmesi için yoğun bir propagandaya girişiyor. Sabbatai Levi kısa bir süre içinde Selanik, İzmir, İstanbul, Kürdistan ve Ortadoğu Yahudileri içinde değil, tüm dünya Yahudileri içinde bir “kurtarıcı” olarak boy göstermeye başladı. Yüzbinlerce Yahudi “Yeni Mesihi” takip etmeye başladı. Sultan IV. Mehmed’in Sadrazamı Köprülü F. Ahmed Paşa Yahudilerin hareketliliğini durdurmak amacıyla Sabbatai Levi’yi tutuklandı.
Sabbatai Levi’nin Mesih olarak ortaya çıktığı dönem de “ Kürdistanlı bir Şeyh’in oğlu kendisini Mehdi ilan ederek on binlerce Kürdü ayaklandırdı. Musul Beylerbeyi ve Amediya kaymakamı birlikte genç Kürd Peygamberin taraftarlarını dağıtıyorlar, onu ve babasını Nisan 1667 tarihinde yakalayıp Wize’de bulunan Sultan’a gönderiyorlar”(J. De Hammer, Histoire de l’Empire Ottoman, 11.cilt, sayfa 252)
Sabbatai Levi ise 1666 yılında yakalanmıştı. Osmanlı devletinin üst düzey kadroları, Sultan IV. Mehmed, Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmed Paşa, Kaymakam Mustafa Paşa, Sultan’ın Müftisi Wani ve Şeyhülislam Yahya Efendi tutuklu bulunan Sabbatai Levi meselesini nasıl çözeceklerine kafa yormaya çalışıyorlar. Yine o dönem bu kadronun içinde Yahudi toplumunu yakından tanıyan, din değiştirerek Müslüman olan Sultan’ın özel doktoru Hekim Paşa Guidon da vardı.
Bu kadro Yahudi kitleleri içinde büyük bir kitleye sahip olan Sabbatai’in öldürülmesi halinde Yahudilerin içinde kutsallaşacağını ve daha büyük direnişlere sebep olacağını, Sabbatai Levi’yi din değiştirmeye ve Osmanlı devletinin hizmetine sokmaya karar veriyorlar.
Bu konuda büyük bir din bilgisine sahip olan Müfti Wani’ye görevlendiriyor. Müfti Wani’nin Sabbatai ile olan konuşmaları bir sonuç vermiyor.
Müfti Wani’nin çabaları sonuç vermeyince ikinci bir seçeneği deniyorlar. Edirne’de Sultan IV. Mehmed’in huzurunda sorguya alıyorlar. Bu sorguda Sabbatai Levi’ye Sultan IV. Mehmed’in “Sultan” olduğu ve şeceresini bilindiğinden dolayı ispat etmesine gerek olmadığını söylüyorlar. Buna karşılık Sabbatai kendisine “Mesih” diyor. Bu hususun ispat edilmesi gerektiğini söylüyorlar. Bunun içinde kendisini çırılçıplak soyacaklarını, okçuların ok saldırısına hedef olacağını ve eğer yaralanmasa kendisine inanacakları söylüyorlar.
Sabbatai Levi bu deneme olayını duyunca “kendisinin fakir bir Haham olduğunu ve bu Mesih meselesini halkın kendisine yakıştırdığını” söylüyor. Sultan’da kendisini affetmesi için din değiştirerek Müslüman olmasını istiyor.
Sahte Mesih din değiştirerek Müslüman oluyor ve Kapıcı başı olarak emekliliğe sevk ediliyor.
Fakat, Sabbatai Levi’nin taraftarlarının bir kesimi bu yaşananlara inanmak istemiyorlar. Dışarıya karşı Müslüman ve kendi içlerinde Yahudi geleneklerini sürdürüyorlar. Kürdistanaktuel Sabattai Levi üzerine yayınladığı bir makalenin başlığını “Kürd Sevi” diye değiştirerek Kürdlerin bugün yaşadığı durum ile bağlantı kurmuştu.
Bizim Kürd Mehdi ise babasıyla birlikte 1667 Nisanında yakalanıp Sultan’ın karşısına çıkarıldığı zaman o da Mehdiliğinden vaz geçiyor ve devletin hizmetine giriyor. Sultan, genç Kürd Mehdisini sarayında odacı yapıyor ve babasını bir Tekke’nin başına getiriyor.
“Yahudi Mesih” ve “Kürd Mehdi” aynı dönem ortaya çıkıyorlar ve her biri yüzbinlerce insanı harekete geçiriyor. İkisi de yakalanıyor “Yahudi Mesih” Osmanlı sarayına “Kapıcı” oluyor, “Kürd Mehdi” ise “Odacı” oluyor.
“Yahudi Mesih” olan Sabbatai Levi üzerine onlarca akademik kitap ve binlerce makale var. “Kürd Mehdi” üzerine tek bir makale dahi yok, ismini ve ailesini dahi bilmiyoruz..
Böyle bir ortamda nasıl “ulusal kolektif hafıza” oluşturabiliriz ve nasıl tarihi hataları tekrarlamayız?
Kürd ulusal taleplerinin hiçleştirildiği bu ortamda büyük bir Kürd kitlesi yaşanan gerçekleri hala taktik olarak olarak görüyor ve Sabbatai Levi taraftarları gibi davranıyor.
Kürdler yüzyıldan beri Türk seçim tiyatrosunda şu partiye karşı bu parti için figüranlar olarak yerlerini aldılar. Tüm Türk partileri “Türk Devlet Partisi”nin birer şubeleri gibi Kürdleri oyaladılar ve Türklüğe entegre etmeye çalıştılar.
Bugüne kadar tek bir ulusal hakkımızın güvence altına alındığı anayasal bir hakkımız yok. O zaman niye bu oyuna devam edelim? Türkleri kendi oyunlarıyla baş başa bırakma zamanı gelmedi mi?
Ortadoğu ve Kürdistan’ın kaynadığı bir ortamda Kürdlerin kendi bağımsız devletini kurma imkanlarının ortaya çıktığı bu süreçte niçin Türk tiyatrosunda aksesuar olalım?
Türkleri anlamak kolay. Onlar Kürdler için tarihsel şansların ortaya çıktığı bu ortamda süreci atlatmak için “Kürdlerle barış süreci” adı altında bir oyalama sürecini başlattılar.
Kürdlerin “Türk vatandaşı “ olarak hiç bir ulusal hakları yoktur. Ve niçin hala vatandaş olmanın en basit hakkına sahip olmamamıza rağmen vatandaşmışız gibi davranıyoruz.
AKP şimdi Kürdleri tehdit ediyor: “Eğer AKP iktidar olmasa barış süreci biter” diyor.
Hangi barış süreci?
Bu “barış süreci” de AKP’nin değil, Türk devletinin bir oyalama projesidir. AKP gider başkaları farklı isim altında da olsa bu oyuna devam eder.. AKP, Kürdistan’da “Evet Yetmezlerin” tutumundan dolayı da Kürdistan’da bir hayli salonfähig oldu. Buna da bir set çekmek gerekiyor.
Kürdleri gêjleştiren Türklerin seçim oyunlarını boşa çıkarmak isteyen bazı Kürd çevreleri boykot olayından söz ediyorlar. Fakat, Türk paradigmalarının empoze edildiği bu ortamda fazla sesleri çıkmıyor, şu veya bu partiye hizmet edenler olarak damgalanıyorlar yada “deli” olarak lanse ediliyorlar.
Daha fazla uzatmadan bir Kürd hikayesiyle bu yazıyı sonlamak istiyorum.
Kürdler arasında yaygın bir şekilde anlatılan bir hikayeye göre Kürd Mîr’inin “Akılı Bir Veziri” varmış.. Veziri geleceği de önceden görüyormuş... Bir gün Vezir Mîr’e “Mîrim bu gece korkunç bir yağmur yağacak. Bu yağmurun suyunu kim içerse ve yağmur sulları kime değerse deli ve gêj olacaklar. Mîr Vezire ‘hemen iç kaleye geçelim ve kendimizi yağmurdan koruyalım’ diyor ve iç kaleye çekiliyorlar. Akılı Vezir her ihtimale karşı bir kovayı dışarı bırakıyor ve yağmur suyundan bir kısmını saklıyor. Ertesi günü Mîr, Vezire ‘bir dışarı çıkalım ve halkın durumunu görelim’ diyor.. Mîr ile Vezir dışarıya çıktıklarında halkın durumunu gördüklerinde şoke oluyor.. Çünkü eski halk gitmiş yerine gêj gêj dolaşan bir halk ortaya çıkmış. Bu arada halk Mîr ile Vezirin çevresine toplanıyor ve ikisine “Deli!!! Deli!!! Gêj!!! Gêj!!! diye takılmaya başlıyor. Bu durumdan kurtulmak için Vezir Mîr’e sırını açıklıyor ve diyor: ‘Her ihmale karşı ben yağmur suyundan bir şişe sakladım, gel biz de içelim’ diyor. Mîr ve Vezir de yağmur suyundan içiyor, her şey normalleşiyor ve halk da onlara artık deli demiyor.
Kürdlerden paradigma değişimi isteyen “Deliler ve Gêjler” bu sudan içmeliler mi? Yoksa içmemeliler mi?
Bence içmemeliler..
23.05.15
Kamuran Melikendi